11 Aralık 2011 Pazar

yaz bitti;





eveet işte aylardır beklediğim gün. nihayet yolculuk başladı. saat 13:41, bu yola çıkalı tam 2 saat 31 dakika olduğu anlamına geliyor. aslında gece hiç uyuyamadım çünkü o valizler benden kim bilir kaç kat daha ağır ve ben çelimsiz, ben miinik bir sue-ella'yım. neyse ki dost kara günde belli oldu da akşam otobüsten indiğimde biri benim kadar minik olmasına karşın diğeri hizbandut(doğru yazdığımdan emin değilim) gibi olan 2 arkadaşım valizleri taşımama eşlik edecekler.

hep böyle oluyor işte; kafamda kuruyorum, düşünüyorum, hatta rahatlayabilmek için yazdığımı da hayal ediyorum yani hayalen de olsa yazıyorum ama bloğu açınca bi tıkanıklık oluyor ne hikmetse. neyse, aşarız diye umuyorum.

belki de önce bu seneki lanetli yazın özetini geçmeliyim.

yazdan biraz daha önceye gidelim; alper malum, pişman oldu sonra ben de inandım. ya aslında gerçekten inanmadım. yani ben salak değilim sonuçta. gözümün içine baka baka yalan söylediğini tabi ki de farkettim. her ne kadar genellikle hayalperest bir insan olsam da, o kadar haltı yedikten sonra üstüne bir de gözlerimin içine baka baka, hiç utanmadan, pişkince yalan söyleyebilen bir insanın bir anda dünyanın en muhteşem, en sadık erkeğine dönüşmesini beklemeyecek kadar da realistim ayrıca. ama yine de affettim. hatta şimdi neden affettim kısmını yazmak için kendimi sorgularken farkettim ki aslında affetmedim bile. sadece biz yemek yemeye gittik ve ben karşımda muhhteşem kokusuyla, aynı ukala ve sempatik tavırlarıyla, yapmacık da olsa o babacan tavrı ve kocaman elleri+geniş omuzlarıyla duran erkeğin görünüşte eskisinden bir farkı olmadığı için rüzgarın esiş yönüne bıraktım kendimi. bir baktım restorana ilerlerken yine eskisi gibi yapışmışım onun koluna iki kolumla birden; hatta 582957926 tane kolum olsa hepsini de onun o tek bir koluna sarılmak için kullanabilecekmiş bir ruh haliyle. kısa bir süre mutlulukla dolu aşk oyunu oynadık. sonra o gitti. sonra her şey yine eskisine döndü. yine aynı haltları yedi. sonra ben yine içimde yeniden inşa etmeye çalıştığım şeyin yıkıkları arasında kalakaldım öylece. hâlâ da aynı yerdeyim. bütün yaz tatilimi annemlerin yanında ağlayıp da açıklama yapamama sorunu yaşamamak için dişlerimi sıkarak geçirdim. şimdi istanbul'a gidiyorum ve mevsim sonbahar; doya doya ağlamanın, içini doğayla birlikte boşaltmanın tam zamanı. üstelik şuan yoldayım ve yağmur yağıyor, bu en sevdiğim şeylerden birisi. (lissie-in sleep)

neyse işte. istanbul'dan döndükten 2 gün filan sonraydı, nasılsa evde durmaktan çıldırmaya başlamak için çok zamanım olacak diye henüz tatilin başında da olsa hediye hoca ile çan(v)darlı'da bir hafta kamp yapmayı kabul ettim. planlarıma göre mükemmel olması gerekiyordu ama daha başlamadan ilk darbeyi kendi öz vücudumdan, yıllardır özene bezene bakımını yaptığım vücudumdan aldım ve denize 10 adım uzaktaki bir evde bir hafta kalacak olmama karşın denize giremeyeceğim gerçeğiyle yüzleştim. ama neyse ki bu benim için çok da büyük bir sorun değil zaten çünkü denize girmeden de kafamı dinleyip zihnimi dinlendirebilirim. başlarda gayet güzel gidiyordu. hediye hoca'nın 10-15 sene sonraki halim olduğunu inanıyorum sanırım. ve sanırım o da bunun farkında olduğu için bana içini dökmekten çekinmiyor hiç. (devamı moladan sonra.) onu dinleyip kendime acıyorum her seferinde. ama napalım işte yapacak bir şey yok malesef. öyle öyle 4 gün filan birlikte takıldık. sonra bir akşam annem aradı. babaannen kötü sue-ella hemen gel dedi. sonra ben ertesi sabah hemen atlayıp gittim. aynı günün akşamı (16 haziran/20:02) babaannem vefat etti. sanırım bunu daha sonra ayrı bir başlık altında yazmalıyım. keşke bizi bırakmasaydı.

ama bu hayatın kötü kanunlarından birisi işte, gitmek zorundaydı ve gitti. vefatının 2. haftasında bir akşam hepimiz izmir'de babaannemin evindeyken en büyük amcam ön balkonda herkes birlikteyken babaannemin vasiyetini açıkladı. babaannem evini bize bırakmış, satıp kendimize bir ev alalım diye. itiraz eden olmadı, hatta herkes bu karardan çok memnundu. bizim de o sırada acilen oturduğumuz evden çıkmamız gerekiyordu. hal böyle olunca ailece ilk gördüğümüz anda dibimizi düşüren o mükemmel evi aldık. böylece 4. senede 4. evimize taşınmış olduk ama orası artık kendi evimiz olacağı için bunun son olacağını düşünüp kendi kendimize çok mutlu olduk. bir evimiz olması annemin en büyük hayali olduğu için en çok da o mutlu oldu. :) sonracığıma TABİİ Kİ her şey mahvoldu. çünkü canım amcacıklarımdan birisi sonradan itiraz etti ve diğerlerini de caydırdı. herkes birden evi paylaşmaya durdu. o arada aile içinde çok kötü şeyler yaşandı. babam o kadar kötü bir hale geldi ki hayatımda ilk defa ona acıdım sanırım. ama olan oldu işte babam evi satın aldığımız adamla konuşup tapuyu geri verdi. şimdi ne olacak ben de bilmiyorum.. (the do-on my shoulders)

olaylar böyleyken birden ankara'dan babamın 30 senedir görüşmediği halasının kızı bizi ziyarete geldi. salak kadın gelirken yanında babamın 20 yaşındaki sevgilisinin (kadın şuan şişko bir nene!) resmini de yanında getirmiş. 4 gün boyunca evi kattı karıştırdı sonra da defolup gitti. annem hâlâ fenalarda çünkü tabi ki de olay sadece bununla sınırlı değil ama bunun ayrıntıları da daha sonra.
yere batasıca.

tabi ki bir de muhteşem trabzon gezimiz var. bu yaşıma kadar türkiye'nin karadeniz dışında kalan kısmının çoğusunu gezdim. trabzon'a gitmek de alper'den ayrıldığım böyle bir lanet yaza denk geldi tabi ki de. ama neyse. bundan da ayrıntılı olarak bahsedip de kendi kendime kendi kendimin yarasını deşmek istemiyorum, hiç gerek yok.

bir de kıprıslı kuzen var. lise son oldu bu sene. koleje geldi. onun üniversite hayalleriyle ilgilenirken o okulun nasıl da içimde kaldığını fark ettim. sonra kendi kenidme bi don kişot oluverdim hayaller kurdum, yazdım-çizdim-inandım; sonunda da yeniden sınava hazırlanmaya karar verdim. ama sanırım şimdi vazgeçmek üzereyim. kafam çok karışık, kendi kendime bi git-gellerdeyim, sonunu ben de çok merak ediyorum.

ama iyi şeyler de oldu tabi; yemek-tatlı yapma zevki keşfettim mesela. anladım ki buram buram tarçın kokan kahverengi bir kurabiye hamuru dünyanın en rahatlatıcı şeylerinden. sonra bisiklet sürdüm, rüzgara doğru son hız giderken bir yandan şarkı söyleyince sesimin titremesine güldüm kendi kendime. doya doya toprağa sürdüm ayaklarımı. terastaki salıncakta müzik dinlerken, yıldızları saya saya uyudum. valizlerimi hazırlamam gerekiyordu mesela ama ben sağanak sağanak yağan yılın ilk yağmurlarının altında, terasta salak salak gülerken oturmayı tecih ettim. iliklerime kadar ıslanmayı çok özlemişim, bu gerçekten mükemmeldi.

sonuç olarak bir yaz lanetinin/lanet yazın daha sonuna gelmiş oldum. her şeye rağmen yaza inat tek parçayım. zaten artık sonbahar geldi. yağmurlar eşliğinde bir yandan blog yazıp bir yandan müzik dinleyip istanbul'a gidiyor olmak mükemmel. bu da benim mükafatım sanırım.

e daha ne olsun?

bekle beni istanbul.. :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder