30 Mart 2012 Cuma

anneli babalı.




annelerin öldüğü filmleri sevmiyorum. bence anneler ölmemeli. ama sırf babalı filan diye gittim filme.

kadının ölmeden önce kocasını boynuzlamış olması dramı hafifletti. aslında biraz değişik. aslında şöyle bir gerçek ki filmleri izlerken filmdeki sahnelerle kendi hayatlarımızın sahnelerini bağdaştırız. yani en azından ben öyle yaparım. o yüzden film izlerken benim hayatımla bire bir örtüşemese de, yani benimkisi kadar olmasa da ailesiyle ilgilenmek, onlara zaman ayırmak gibi huyları olmayan über meşgul bir baba/koca; aynı zamanda aldatılan bir adam gördüm orda. aldatmayı hak etmek gibi bir şey olduğuna inansaydım "ama hak etti aptal herif" derdim ama hiç kimse aldatılmayı hak etmez. o yüzden kadına biraz kızdım. ama  bir yandan da onu da düşünüyorum, ki gayet iyi düşünebiliyorum, her insanın ilgiye ihtiyacı var. tabiki o yaşta bir kadının cinsel ihtiyaçları olduğunu da göz önünde bulundurursak aslında yaptığı çok insani bir davranış. bunlari çıkartırsak filmin bize empoze ettiği kadının kötü olduğuydu. ama nolursa olsun belli sahnelerde sadece ölüm döşeğinde bir "anne" vardı filmde. o yüzden çok ağladım. çünkü benim annem ağır şeker hastası. ve ben alex ya da scottie olsaydım, (annem o olsaydı diyemiyorum) -olsaydım odaya tek başıma girip "bu dünyada sana çok gördükleri mutluluğu orada bulacağın için çok mutluyum ama sensiz bu dünyaya katlanmak çok zor olacak o yüzden mutsuzluğum hiçbir zaman geçmeyecek" derdim. sonra birileri beni zorla ayırana kadar sarılıp ağlardım. evet baba önemli bir şey, ama anne çok daha çok önemli bir şey. belki de elimde kalan o olduğu için bana öyle geliyordur, bilmiyorum. ama onsuz olmaz. ve bir gün Allah artık bana bunu da yaparsa, sanırım o zaman yaşamak için hiçbir sebebim kalmamış olur. Allah korusun.

29 Mart 2012 Perşembe

şuan çok açım ama yemek yemek için kalkıp mutfağa gitmem lazım, bu çok zor. ardından kalkıp dişimi fırçalamam lazım, bu çok çok çok zor. yemek yemesem aç uyumaya razı olsam da kalkıp yatağa gitmem lazım, bu da çok zor. o yüzden saatlerdir hiçbirine cesaret edemiyorum ve sadece öylece oturuyorum. çok açım ve uykum var.

28 Mart 2012 Çarşamba

başlıksız.




bir arkadaşım konuşurken "hayatın bana attığı en büyük kazık...." diye başlayan bir cümle kurdu. anında kendimi sorgulamaya başladım ve hayatın bana attığı en büyük kazığın 20 senede 8 şehir, 13 de okul değiştirmesi olduğuna karar verdim. küçükken insan garip bir durumun içinde olsa da fark edemiyor pek o garipliğin ne olduğunu. bir kaç sene arayla bavullar hep meydana çıkıyor. sabah bir uyanıyorsun, bütün eşyalar kolilere saklanmış. bir düğüm ama öyle böyle değil kaya gibi bi düğüm, kocaman bi düğüm oturuveriyor boğazına. ağlarsan kızarlar, o yüzden o düğüm orda kalmak zorunda kalıyor. duvarlara bakıyorsun sadece boş boş, kapılara, balkonlara.. hepsi cansız aslında ama sanki dillenip konuşmaya başlıyorlar, sanki hepsi birden bişeler anlatmaya başlıyorlar; anılar, kardeş kavgaları, kızlarla oturmalar,.. duvarları terk etmek bile çok zor geliyor. kapıya sarılmak, odayı kucaklamak istiyor insan. koparıyorlar tabi zorla. tanımadığın adamlar eşyalarını indiriyorlar, sen içinden hepsine nefretler saçıp bağırıp ağlıyorsun; ama aslında sadece dolu gözlerle baka kalıyorsun. küçücük kalıyorsun oracıkta; sanki dikkat etmeseler ayaklarıyla ezebilirler. küçücük olmasan belki sesini duyabilirler, belki gitmek istemediğini anlayabilirler, belki dinleyebilirler duvarların bile senin için ne kadar önemli olduğunu, belki dinleseler valizlerle oradan oraya sürükledikleri şeyin sadece eşyalar değil senin hayatın olduğunu fark edebilirler, belki hissedebilirler... ama küçücük olduğun için kimse anlamıyor. o sırada önemli olan tek şey mobilyaların çizilmemesi ve beyaz eşyaların zarar görmemesi. oraya o kadar alıştıktan sonra bir daha dönemeyeceğini bilmenin içini nasıl yakıp kavurduğunu kimse önemsemiyor; önemli olan mobilyalar.. geride yaşadığın her şeyi bırakıyorsun; duvarlar hatta kaldırım taşları bile önemli senin için, geride arkadaşlarını, dostlarını bırakıyorsun; geride bir "aşk" bırakıyorsun.. geride seni sen yapan ne varsa her şeyi bırakıyorsun, için parçalanıyor.. ama insanlar sadece beyaz eşyalara dikkat ediyor. kapılardan geçirirken dikkatli olunmalı buzdolabı için çünkü. giderken asansörün düğmesini bile koparıp cebine atmak istiyorsun çünkü oradan yanına ne alsan kâr ama öylece oturuyorsun en sonunda arabaya. çok derin bir acı o. yüzlerce binlerce kez geçtiğin yürüdüğün yollardan son kez geçtiğini bilmek. zar zor kurduğun bir hayatı parça parça bırakıyorsun o yollarda, bırakmak zorunda kalıyorsun. çünkü gittiğin yerde hiç işine yaramayacağı belli. orda yenisini yapmak zorundasın. insanlar hayatları boyunca bir taneyle baş edemezken senin her seferinde yaşına bile bakmadan yeni bir tane kurmak zorunda olman, eskisinin kırıklarını içinden atamaman hiç kimsenin öyle umrunda değil ki.. git gide küçülüyorsun. küçücük bir bedene o kadar acıyı sığdırmak öyle zor ki.. fazlalıklar çığlık olup çıkmak istiyor hep, isyan etmek istiyor ama yapabileceğin tek şey de inadına gibi sanki susmak, yutkunmak. gittiğin yer öyle yabancı, öyle uzak, öyle soğuk.. ama bir o kadar da öyle 'tam'. kontenjanı onlar zaten doldurmuşlar da bi sen fazla gelmişsin ondan hepsi her fırsatta yabancı olduğunu hissettirmeye çalışıyorlarmış gibi. sanki bütün yabancı ayrıntılar canını acıtmak için var gibi.

sonra zamanla alışıyorsun işte. ama zamanla başka şeyler fark ediyorsun canını acıtan. hepsine alıştım, her şeyle başa çıktım, atlattım derken meğersem hiçbir yere ait olamamışsın ama bir yere ait olmak çok önemli bir şeymiş. dahası kimsenin hayatında sabit kalamadığın için insanlar çok yıllık dostluklar edinirken sen çoookk gerilerde kalmışsın mecburen. herkes birilerinin hayatta vazgeçemeyeceği insanlar olabilmiş ama sen hep birkaç adım geride kalmışsın mecburen, hep gittiğin için.. insanlar elbet kötü anıları olsa da bir şehre gittiğinde sadece orada olduğu için mutlu olurlarken sen sadece eve kapatabilmişsin kendini. mesela insanların hep en yakın arkadaşı olmuş, daha önemlisi herkes birilerinin en yakın arkadaşı olabilmiş ama senin en yakın arkadaşın olan herkesin en yakın arkadaşları hep başkalarıymış.. dahası, sürekli yer değiştirdiğin için değişiklik istemeye engel olamıyormuşsun ama sürekli de sabit bir hayat istiyormuşsun. 

ben şimdi tam bu ne istediğini bilememe ya da hiçbir şekilde mutlu hissedememe, gerçekten yakının olan kimsenin olmaması durumlarının bunalımının tamm orta yerindeyim işte.

burası çok zor.

20 Mart 2012 Salı

kotası biten kızın minik kütüphane yazısı.

4 hafta süresi olan 4 gb'lık lanet kotayı ilk 2buçuk hafta hunharca tüketip kalan süreyi bunalımlardan bunalımlara sürüklenerek geçirmek hiç vazgeçemediğim bir huyumdur. işin kötü tarafı, o evde internetsiz yaşayabilmek sanki yaşayabilememek. mesela ingilizce sanki I am living değil de I am surviving. kitap okuma alışkanlığım eskiden olduğu gibi devam edeydi iyiydi ama onları artık kitaplığa koyup izlemek için filan alıyorum sanırım. şimdi yine kütüphanedeyim ama kalkıp lanet istatistik dersine gitmem lazım. hava da nasıl mükemmel ya. bir dahaki kışa kadar bu halini sabitleyebilsek harika olurdu, dadından yinmezdi. ama hayırlısı bakalım. öldürücü sıcaklar gelmeden bol bol gezmek lazım.

ya valla iki dakka internete girdim nasıl keyfim yerine geldi. sanki bu blog benim evimmiş mi neymiş ya. canım benim.

14 Mart 2012 Çarşamba

çalışankazanırelmasıkızarır vs algıdakısadevre


baktım bu okuldan bir cacık olmayacak bari kendim çalışayım da iki gram bir şeyler öğreneyim dedim. kalktığımdan beri de kendimi ders çalışma fikrine yavaş yavaş alıştırmaya çalıştım ve sonunda da başardım sanırım. 1. dönem öğren(eme)diğimiz her şeyi tekrar edip ardından da 2. dönem konularına geçiş yapmaya karar verdim. eğer düzgünce çalışırsam daa ödül olarak yazmak istediğim başka şeyler yazma hakkı kazanacağııımm! :))

ssoonnkiiiüüçççdöööörrtt!


+ sanki ben ders çalışınca beni bi uzay mekiğine kapatıp uzaya fırlatacaklar da ben de kazara bi karadeliğe girip bir daha asla normal insanların güzel dünyasına dönemeyecekmişimcesine; "dur bi son kez bloğa yazayım, dur son kez tivit atayım, dur son kez şuna bi bakayım, sur bi feysbuku kontrol edip öyle gideyim..." hayır yani içimdeki bu "son kez"ler nerden çıkıyor anlamıyorum. altı üstü her zamanki gibi hemen yandaki yatakta hafif yatar vaziyette elimde telefon, ipod, bilgisayar ve kitapla pineklemek yerine 2-3 adım sonraki çalışma masasında sadece bilgisayar ve bir kaç kitapla biraz çalışacağım. üstelik hem de BİRAZ yani. üstelik zaten aslında üniversiteye başlamadan önceki hayatımda hemen hemen her gün gün düzenli olarak yaptığım yabancı olmayan ve ısırma ihtimali de bulunmayan bir aktivite. ne zamandan beri bu kadar korkutucu, uzaya kaçırıcı, geri dönüşü olmayan, süpersonik korku filmlerimsi bir hâl aldı benim için anlamıyorum yahu.

ama biliyorum; istediğim zaman geri dönüp kaldığım yerden pineklemeye devam edebilirim. uzaylıların beni kaçırması, herhangi bir uzay mekiğine kapatılmam, ders çalışanların hapsolduğu ve bir daha asla normal insanların yanına dönemeyecekleri gizli bir boyut, içime inek kaçması, şuan zaten çok da sosyal olmayan hayatımdaki insanlar tarafından dışlanmam,..vb gibi ihtimaller söz konusu değil. her şey benim elimde ve en fazla bir kaç saat sonra hiçbir şeyim kalmayacak.

PANİK YOK! her şey kontrol altında.


-beni unutmayın...

13 Mart 2012 Salı

okul git gide daha gerizekalı. bi mühendislik, bi öyle bişeler okusak anlarım ama psikoloji bölümünün ana dersinde adam gibi ders anlatmak yerine çıkıp da slayt okumak nedir ya? adam gibi üniversitelerin başka uyduruk bölümlerinde okuyan arkadaşlarım benden daha psikolog yemin ederim. onlar gidip çocukları filan inceliyorlar, hep güzel güzel uygulamalı şeyler yapıyorlar biz de salak gibi yok "git filanı araştır" , "git  koşullanmayı soruştur"... hayır yani aynısını derste sen de okuyorsun zaten nasılsa. Allah'ım yaa!

12 Mart 2012 Pazartesi


oturuyorum hâlâ kütüphanede ama şarjım bitmek üzre malesef. azcık kişi kaldı. tam gözümün önünde iki aşık oturuyor. oğlan kızdan biraz minikçe. kız ders çalışmaya çalıştı, çoçuk da bi ordan sarıldı bi burdan kokladı sonra da kalkıp gittiler. ben de bir yandan balkan müziklerinden ortaya karışık bişeler dinlettim kendime. bu şarkıyı gerçekten çok seviyorum yani böyleyken bile dinlemek mükemmel ama böyle sevmeli özlemeli şeyler dinleyince birini düşünmek istiyor insan. aslında tam olarak az önce kütüphanedeki gibi koklaşmalı bi ilişkim filan olsun istemiyorum açıkçası. hatta bir ilişkiye bile gerek yok aslında. şööyle kafama göre birini bulsam kendi kendime de sevebilirim ben. hiç sesimi çıkarmam böyle sevmeli özlemeli şarkılar dinlerken düşünür düşünür sırıtırım işte. :))

"dünndüm duurdum yaar yolunnda sanaa doymaadıııım... turnalaarıi güğee saldıım sanaa yollaadııııım..."
bu yağmur sevmeyen insanları da hiç anlayamıyorum. aklınızı mı kaçırdınız yağmur sevilmez mi ya?

bir huzur bulma biçimi olarak kütüphane.




martın ortasında hadi yağmur neyse de bu kar neyin nesi diye gergin gergin dolanıyor ortalarda.ben pek kar göremedim gerçi ama, olsun. zaten bence yakınanların da yarısı sadece duydukları kar için yakınıyorlar. :D amaan neyse ne işte. saat ikibuçukta çıktım dersten, kütüphaneye geldim. hep sevdim kütüphaneleri, hep de severim. tabi önceden gelir kitap okur ya da ders çalışırdık. zaten sepsessiz olurdu, biz de gelip elimizdeki kitabın içinde kendimizi kaybederdik. artık ne elindeki kitabın içinde saatlerce kendini kaybedebilen bir ben kaldım ne de öyle kütüphaneler. kendi çevremde olduğu kadarıyla söylüyorum tabi. bizim okulun kütüphanesi bir kütüphane olmaktan çok bir kitap-kafe'yi andırıyor, ama yine de iyi. bahçeye bakan kısım hep cam, önünde de krem rengi deri koltuklar var. diğer taraflarda da kitaplar, masalar filan. bu deri kitaplara oturup önce 'biraz' kitap okumak, ardından sol taraftaki masalarda sözümona ders çalışan, laklak yapan ya da boş boş oturan bütün insanların suratına teek tek bakıp hepsine birer hikaye uydurduktan sonra kalkıp da "boşver o çocuk için değmez üzüldüğüne kızım fıstık gibisin elini sallasan ellisi" filan dememek için kendimi zor da olsa tuttuktan sonra tamamen sağ tarafa dönüp -bugün havanın yağmurlu olduğunu da var sayarsak- kulaklıklardan kafa dinlemelik bir şeyler açıp dalıp dalıp gitmenin ardından açıp da bir şeyler yazmak gibisi var mı bilmiyorum.

9 Mart 2012 Cuma

büyüyoruz azîzim...



son 1 saattir 2 tane 8. sınıf öğrencisine matematik anlatıyorum, birlikte soru filan çözüyoruz. bu ilk birlikte ders çalışışımız ve muhtemelen de son olacak ama hemencecik kaynaşıverdik. :) tabi liseye hazırlandıkları için ve benim de matematik seviyemi beğendikleri için lise hayatımı merak ediverdiler birden. onların nasıl bir lisede okuduğumu sormalarıyla aanında etraf buğulanmaya efektler sepyaya dönüşmeye başladı! sonra ben birden lisenin ilk gününe gittim. :)

güzel ülkemizin en doğu taraflarındaki küççücük bir şehirde başladım lise hayatıma. nasıl becerdim bilmiyorum ama o şehrin en yüksek puanlı anadolu lisesiydi. o yemyeşil formalarla şehrin tek caddesinde yürümek nasıl havalı, nasıl gurur vericiydi anlatamam :) bir de kantinci hüseyin abimiz vardı ki heeeyyy anam hey :) heerrr öğle arası bahçede mangal yapardı bize. ama nasıl mangal... o acılı adananın, o tavuk dürümün tadı hâlâ damağımda ve hâlâ da hiçbir yerde öyle lezzetlisini yemedim :)) annem de babam da izmirli aslında. ben de izmir doğumluyum. dolayısıyla da bir batı kültürü etkisinde yetiştik ama en güzel çağlarım orda geçtiğinden midir nedir, ne taşındığımız yerlerden herhangi birini ne de izmir'i assla orası kadar sevemedim. ilk taşındığımız zaman ölüm gibi geliyordu bana "nasıl yani doğuda mı yaşıycaazz :s" filan diye. sonuçta hepimiz küçükken salaktık, o yüzden kendime kızmıyorum. ama orda 5 sene yaşamış olmak sanırım Allah'ın bana en büyük hediyelerinden birisi. hep izmir'de olsaydık belki de ben de "yak sivas'tan gerisini gitsin aga yaa" diye düşünen mantar beyinlilerden olabilirdim. ama şanslıymışım ki olmadım. :) bana gerçekten mükemmel bir 'herkesi farklılıklarıyla sevebilme' yeteneği kazandırdı o şehir ve o okul. hatta arkadaş çevremde ateistini mi ararsınız, alevisini mi; ülkücüsünü mü, sosyalistini mi... ama hepsiyle de çok iyiydik hatta hâlâ da iyiyiz. :)

ama hayatımızda hiçbir güzel şey sonsuza kadar güzel olarak kalmaz. o okul da öyle oldu benim için. lise 3'e başlayalı henüz 2 ay olmuştu ki kocaman bir depresyonun içinde buldum kendimi. ortam değişikliğine ihtiyacım olduğunu farkedince de dershane denemelerinde sürekli 1./2. olduğum için beni 2 senedir parasız okutmak isteyen başarılı bir özel okula geçiş yapmaya karar verdim. orası anadolu lisesi kadar renkli ve sıcak bir okul değildi. hatta ben o okula gittikten 2 hafta sonra okulun mutaassıp yapısına pek fena zarar verdiğim için hocalar pek hazzetmemeye filan başladılar ama yine de iyiydi işte. :) orda da çok güzel dostluklarım oldu hatta bir de sevgilim oldu. :) sonra da hayat birden yeniden çok güzel olmaya başlayınca her şey yeniden sarpa sarmak zorunda olduğu için mart ayında babamın şirket değiştirme kararıyla birlikte nisan ayının 2. haftası pattadanak kendimi bu sefer izmir'in yakınlarındaki minik bir ege şehrinde buluverdim. esasen memleketim olan yerler oralardı zaten ama orda kaldığım süre boyunca o insanların samimiyetine, o insanların sıcak kanlılığına ve içtenliğine öyle alışmışım ki aslında memleketim olan yerler bana inanılmaz derecede yabancı, felaket derecese şapşal, bomboş ve samimiyetsiz geliyordu. oralar gerçekten çok kötüydü işte. lise 3teki 3. okulla birlikte o seneyi öylece bitiriverdim sonra lise sonda da aynı okulda lisenin artık çabucak bitmesi için dualar ederek üniversiteye hazırlandım. sonra da bitti çok şükür.

işte böyle. tabi burda yazınca uzun oldu ama benim aklımdan daha bi hızlıca geçti. :)

sonra birden kızların benden cevap beklediklerini farkedince en kestirme cevabı vermeye çalıştım. tabi bunun kestirmesi ne olur varın siz düşünün... :))

8 Mart 2012 Perşembe

evde tek başımayım aslında tam zamanı ama nasıl bir yandan yazmak istiyorum bir yandan da yazasım yok anlatamam. amaan.

3 Mart 2012 Cumartesi

insan en azından hayatının belli bir alanından hayata tutunabilmeli ya da hayatının devamlılığı için tutunabilmek zorunda. benim üstümdeki bu lanet neyin nesi ben anlamıyorum bi türlü.
-aileme bi bakıyorum; bokun boku bi babam var. ama bokun en boku.
-kendi ev hayatıma bakıyorum; bildiğin mantar tarlası işte.
-okuluma bakıyorum; istanbul'un en boktan okulu.
-arkadaşlarıma bi bakıyorum; 4-5 tane yakın diyebileceğim arkadaşım var ama hepsinin en yakın arkadaşları başka insanlar. sadece 1 tanesi belki en yakın arkadaşı olduğumu düşünüyodur ama benim bok şansıma o da sevmeyi bilmez pek.
-aşk hayatıma bakıyorum; bokun atası.
-genel olarak hayatıma bi bakıyorum; nasıl bir boktanlık, nasıl bir bahtsız bedevilik, nasıl bir 'bu da mı beni buldu'luk hakim belli değil.

bi görseniz öyle belirli patlama dönemleri hariç bunalıma giren bir insan bile değilim üstelik. benden daha fazla sırıtabilen bi insan göremezsiniz belki de. patlama dönemlerimde de kendi içime patlarım zaten anca. ama niye her şey hâlâ bu kadar bok hiç bilmiyorum be, hiç anlamıyorum, hiç anlayamıyorum.

erkek meraklısı filan da değilim ama içlerinden düzelebilme ihtimali olan tek madde acınası bir şekilde sadece aşk hayatı maddesi. o yüzden de en fazla ona tutunabiliyorum ama onun da bokluğu bir tuttu mu hiç düzelmiyor.

bugün pisliğin doğum günü. bugün muhtemelen sevgilisiyle fingir fingir doğum günü kutlayacak. az önce de yakın arkadaşlarından biri mesaj atmış yok yanına gidecekmiş de sürpriz yapacakmış da filan. tamam da banene yani? ben de zaten o sinirle hiç soğukkanlı filan davranamadım iyice bok oldu. hâlâ onu seviyorum zannedecekler ama ne yapayım. ben o kadar boku o yemiş olmasına rağmen içine sine sine mutlu olanın o olmasını yediremiyorum. içim almıyor onu bir türlü. bu bok insanlar niye bu kadar mutlu ben niye her seferinde bu kadar boklara geliyorum anlamıyorum. ben zaten miniminnacık şeylerden bile mutlu olabilirken hayat o miniminnacık şeyleri bile benden neden bu kadar büyük bir hırsla saklıyor anlayamıyorum.

şimdi ben depresyona girmeyeyim de kim girsin?

2 Mart 2012 Cuma

eskisevgilinindoğumgünüyazısı.

şimdi bi yalnız kalsam önümüzdeki 781031908378246731 gün hınca hınç ağlasam belki o zaman rahatlarım bilmiyorum. gerçekten artık hiç sevmiyorum. ama o kadar boku yiyen de o, üstüne sevgilisiyle mutlu olup doğum günü kutlayan da o. sadece durumlar biraz eşitlensin istiyorum. hayatın iyi yönleri benim içinde varmış gibi hissedeyim istiyorum.

nice boktan senelere pislik çuvalı!